1949 yılında İkinci Dünya Savaş’ı henüz sona ermiş; Amerika Birleşik Devleti, Sovyetler Birliği ile Soğuk Savaş halindeydi. Tüm bu kaosun ortasında tüberkülozla mücadele eden Orwell, düşlediği distopyayı bir kitap haline getirdi. Orwell’in Rusya’da komünizmin gelişmesine tanıklık ettiğini ve İspanya Sivil Savaş’ında faşizme karşı savaşmış olduğunu göz önünde bulundurursak geleceğe dair neden bir distopya düşlediğini açıklayabiliriz. Orwell, 1984 adını verdiği bu kitapla bir sinyal oluşturmak ve düşlediği geleceğe karşı herkesi uyarmak istemişti. Bunu başardı da zira zamanında büyük ses getiren bu kitap aradan yıllar geçmesine rağmen bugün çok satanlar listesinde yerini alıyor.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni kurulan dünya düzeninde 1984 yılını anlatan romanda Okyanusya bölgesinde yaşayan Winston Smith, İngiltere’nin bir zamanlar yer aldığı bölgede kurulmuş totaliter rejimi yöneten Parti’nin alt kademesinde çalışan bir üyedir. Kitapta Winston’un kurulmuş sisteme karşı düşünce karmaşasını ve buna kendince gösterdiği ayaklanmaya tanık oluyoruz. Totaliter bir yönetimin bir kişinin özgürlüğünü, haklarını kısıtlamak ve bireyleri tamamen kontrol altına almak için hangi yollara başvurduğunu, hangi araçları kullandığını kitapta yer alan farklı unsurları inceleyerek anlayabiliriz.

Büyük Bilader

Kitapta “Büyük Bilader seni izliyor.” sloganıyla belirtildiği gibi sokaklarda, tele-ekranlarda bir yüz sürekli karşımıza çıkıyor. Ancak kimsenin görmediği ve yıllar geçmesine rağmen hiçbir yaşlılık belirtisi göstermeyen bir yüzden bahsediyoruz. Bu haliyle bir kişiden ziyade yeni düzenin yüzü haline getirilmiş bir programa daha çok benziyor. Okyanusya’da kurulan düzeni temsil etmesi için Büyük Bilader’in kullanılması ise insanlara bir organizasyondansa bir kimliği sevdirmenin daha kolay olmasından ileri geliyor. Büyük Bilader isminin kullanılması ise aile sadakatini kullanarak bu bağı güçlendirmeyi amaçlamış.

Geçmişin değiştirilebilirliği

Belleği olmayan kişi bugünün değerlendirmesini ve sorgulamasını yapamaz. Kendisine söylenen bilgileri sorgulayamadığından onlara daha kolay inanır. Kitapta Parti’nin bunu kullanıp farklı yollardan insanları tamamen kendisine bağımlı hale getirmeye çalıştığını görüyoruz. Ana karakterimiz Winston’un da çalıştığı yer olan Gerçek Bakanlığı ismiyle çakışan bir şekilde, geçmişin değiştirilmesinde rol oynar. Parti’nin bugün söylediklerinin tutarlı olması için gazate, kitap, video kayıtları gibi kaynaklar üzerinde oynamalar yapılır ve eski bilgiler yok edilir.

Bütün medya kaynaklarının kontrol altında tutulmasına rağmen bir şekilde içinde şüphe uyanan ve sistemi sorgulamaya kalkan insanlara karşı ise önlem olarak “çift-düşün sistemi” kurulmuş. Bu sistem kişinin kendi düşüncelerini bilinçli bir şekilde manipüle etmesini ve daha sonra bu bilinçli hareketini dahi unutmasına dayanıyor. Kitapta zaman zaman Winston’un zihninin de bu sistemin dolambaçlı yollarında kaybolduğuna tanık oluyoruz. Geçmişe dair silik bazı anılarına tutunarak içinde bulunduğu düzendeki yanlışlıkları sorgulamaya başlıyor. Tam bu noktada diğer herkesin yaptığı gibi çift-düşün’ü uygulayarak şüphelerini kendine unutturması ve bu yöntemi uyguladığını dahi unutması gerekiyordu. Bunu yapmayanlar ise bir düşünce suçu işlemiş oluyor. Winston’un bunu yapmaya direnmesi ise mücadelesinin başlangıcı oldu.

Orwell’in burada bizi uyarmak istediği husus günümüzde büyük önem arz ediyor. Zira doğru bilgiye ulaşım kolay ve hızlı olsa da, yanlış ve yalan bilginin de yayılması hızlı gerçekleşiyor. Bu hususta kullanacağımız kaynaklar konusunda seçici olmak ve önümüze gelen bilgiyi her zaman akıl süzgecinden geçirmemiz gerekiyor. İnsan sorgulamaktansa kolay olanı yapıp önüne gelene hemen inanmayı seçtiği anda aslında bir çift düşün sisteminin içine girmiş oluyor.

Yeni-söylem

Düşüncelerimizin ne kadar değerli olduğunu da bu distopyada vurgulanmış. Kitapta suç düşünceyle başlıyor. Parti eylemden ziyade tüm adımlarını düşünceleri engellemek üzerine atıyor. Kitapta Winston’un gerçekleştirdiği eylemler dizisinin başlatanın onun kuşku dolu düşünceleridir. Daha sonra günlüğüne bu düşüncelerini yazarak ilk başkaldırısını oluşturuyor. Winston’un düşünceleri ve bunları yazıya dökmesi engellenebilseydi bunların peşinden gelen diğer eylemleri de engellenmiş olacaktı.

Kitapta Parti’nin bunu yapabilmek için “Yeni-söylem” adlı bir sözlük üzerinde çalıştığını görüyoruz. Bu sözlüğün amacı günlük hayatta kullanılan kelimeleri en aza indirmek. Bu şekilde insanların düşünme aralığını daraltmak amaçlanmış. Eğer düşünceleri ifade edecek kelimeler olmazsa, düşünce suçu işlenemez. Bir kuşku oluşsa dahi bu yazıya dökülemez. Günümüzde kelime dağarcığının her nesilde biraz daha azaldığını düşünürsek, Orwell’in oldukça haklı bir tespitte bulunduğunu söyleyebiliriz. Sanıyorum ki bizim için hazırlanan gözle görülür bir sözlük olmasa da biz de aynı tehlikeyle karşı karşıyayız. Çağımızın yeni alfabesi emojilerin de bunda payı olduğunu düşünebiliriz. Sosyal medyada kullanılan kısaltmaları ve yeni sözcükleri şu an bir jenerasyon ötesinin anlaması oldukça zor. Tahmin edebileceğimizden daha hızlı bir değişim olduğu su götürmez bir gerçek. Orwell’in oluşturulmuş olduğu kurgu bizlere de kaybettiğimiz kelimelerle birlikte hangi düşünceleri yitirdiğimizi sorgulatıyor.

Tele-ekranlar

Orwell’in distopyasında günümüzün televizyonlarına benzer tele-ekran adı verilen cihazlar görüyoruz. Evlere, işyerlerine yerleştirilen bu cihazlar iki taraflı olarak çalışmaktadır.

Tamamen kapatılması olanaksız tele-ekranlar üzerinden propagandalar yapılmakta ve aynı zamanda insanlar sürekli olarak izlenmektedir. Parti bu şekilde bireyler hakkındaki her türlü veriyi elinde bulundurur. Günümüzdeki gözetme ve veri toplamanın teknolojik olanakları ise şüphesiz Orwell’in hayal ettiğinin çok önüne geçmiştir. 1984’te sadece duvarlarda yer alan ekranlar, şu an farklı boyutlarda her yerdeler. Bugün sosyal medya sürekli olarak görsel, işitsel bir girdi sağlarken aynı zamanda online olarak yapılan her yorumu, paylaşımı, aramayı kayıt altına almakta ve popülasyonların verilerini toplayarak bunları farklı alanlarda kullanmaktadır. Bu açıdan günümüz teknolojisinin veri toplama kapasitesinin Orwell’in hayal ettiğinin çok ötesine geçtiğini söyleyebiliriz.

İnsani Duygular

1984 distopyasında Parti, bireylerin sadece kendisine bağlılık duymasını istemektedir. Bu sebeple bireyin tüm duygusal bağlılıkları zayıflatılmaya çalışılmıştır. Tüm evliliklerin bir kurul tarafından onaylanması gerekiyor, bunun kabul gören tek amacı ise Parti’ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmek. Arzunun düşünce suçu olarak görüldüğü bu dünyada Winston’un tüm başkaldırılarının arasında en önemlisi Julia’yla olan birlikteliğiydi.

Orwell başta kurduğu yapılan, söylenilen hatta düşünülen her şey kontrol alınsa da bu duyguların sırrını korunayacağı tezine aykırı bir son oluşturmuş. Kitabın sonunda karakterimizin gördüğü tüm acımasız işkencelerin amacı onun Julia’ya ihanet etmesini sağlamaktı. Winston “Beni bırakın, Julia’ya istediğinizi yapın.” dediğinde, Parti’ye istediğini vermiş oldu. Winston serbest bırakıldığında ise Julia’ya karşı hisleri son bulmuş ve tüm bunlar izin verilen tek bağlılık olan Büyük Bilader sevgisine evrilmişti. Düşüncelerden, özgürlükten verilen her kayıp Winston’un insani duygularının biraz daha savunmasız kılmıştı. Son darbe vurulup bu duygular da elinden alındığında kimliğini yitirmişti. Orwell’in, Winston’un mücadelesinin ve kimliğinin Parti tarafından tamamen parçalandığı anı, sevgisini yitirdiği an olarak kurgulaması şüphesiz kitapta verilen en güçlü mesajlardan biriydi.

İki Dakikalık Nefret

Kitapta insanların zorunlu olarak belli zamanlarda toplanıp tele-ekranlardan Parti tarafından istenilen görüntüleri izlediğini görüyoruz. Burada bazı kişiler Parti’ye karşı işlediği suçlarla hedef olarak öne çıkartılıyor. Görüntüleri izleyen insanlar ise toplu olarak öfkeyle bağırıp, çağırarak bir nefret gösterisi sergiliyorlar. İki dakikalık nefretin korkunç yanı ise insanın buna katılmak zorunda olmasından ziyade katılmamasının imkansız olması. Amacı ise toplum için düşmanlar oluşturup, insanların içindeki potansiyel nefretin dışa vurularak kanalize edilmesini sağlamaktır. Bu şekilde aynı hedefe yönlenmiş nefret ve öfkelerinin etrafında birleşmiş bir toplum meydana geliyor. Günümüzde ise bir odada toplanabilecek insanlardan çok daha fazlası oldukça kısa sürede ortak nefret ve öfke dışavurumlarıyla sosyal medyada bir araya gelebiliyor. Bu dışavurumun öznesinin suçlu veya masum olmasından bağımsız olarak insanların bu duygular etrafında bu kadar kolay birleşebilmeleri ve neredeyse her gün farklı bir konuda bunun gerçekleşmesi ise oldukça endişelendirici. Orwell temelde doğru bir tespit yapmış olsa da muhakkak teknolojinin bu kadar gelişeceğini hesaba katmamıştı.

Sonuç

Orwell 1940’lı yıllarda düşlediği distopyayı günümüze 1984 kitabıyla taşımayı başarmış. Zamanında büyük ses getiren bu kitap aradan yıllar geçmesine rağmen çok satanlar listesinde yerini alıyorsa bunun sebebi belki bizim de geleceğe dair aynı endişeyi içimizde taşımamız ya da şu anda içinde bulunduğumuz yaşamında bir distopya olup olmadığını görmek istememizdir. Referans alınan zamana göre kitap hakkında pek çok yorum yapılabilir. Örneğin Orwell’in 1940’larda dünyaya hakim güçleri ve düşünce akımlarını kitaba sembolizmle yerleştirmesi üzerine bir değerlendirme yapmak mümkün. Ancak ben kitabı günümüzün şartlarını düşünerek analiz etmeyi tercih ettim. Kanımca; Orwell’in de bu kitabı yalnız Sovyet Birliğinin baskı yönetimini düşünerek yazdığını düşünmek hata olur. Şayet öyle olsaydı 1984 günümüzün modern bir klasiği olarak çok satanlar listelerinde yer almazdı.

Orwell’in işaret ettiği sorunlara dair çözüm önerileri getirmemesi ya da en azından umut verici bir kapı aralamaması kitabı oldukça rahatsız edici ve buhranlı bir hale getirmiş. Bu haliyle okuyucuyu mutsuz ederek düşündürmeye sevk etmiş. Yazarın yaşadığı zamanda dünyanın içinde olduğu kaosu düşünürsek belki de bu karamsarlığında haklı bir yan bulabiliriz. Kitap çıktığı dönemdeki okuyucular da aynı tepkiyi vermiş olacak ki Orwell şu açıklamayı yaparak adeta kitapta görmek istediğimiz eksik parçayı tamamladı: “Bu tehlikeli kabustan uzak durmanın basit bir prensibi var; bunun olmasına izin verme, bu ancak sana bağlı.” (1) 

Ortada olan sorunu işaret etmek, çözümü işaret etmekten çok daha zordur, Orwell ise bu zorluğu başarmış. 1949 yılından bizlere boğuştuğumuzun farkında bile olmadığımız sorunları işaret etmiş. Orwell’in yanıldığı noktalar da var, Dünya onun tahmin ettiği gibi totaliter bir düzene dönüşmedi. 1984’ü özgür bir şekilde okuduğumuz dünya Orwell’in düşlediği dünya olamaz. Ama Orwell’in öngörmediği şekilde gelişen teknolojiyle beraber karşılaştığımız başka tehlikeler var. Bu tehlikeler şekil değiştirse de korumamız gereken en temel değerlerimiz Winston’un kaybettiğine tanık olduğumuz değerler. Bu haliyle 1984 bir öngörüden ziyade bir uyarı olarak değerlendirilmelidir.

Orwell’in Özgürlük Üzerine isimli kitabında “Papağana yeni bir kelime öğreterek hiçbir şey kazanılmaz. İhtiyacımız olan tehdit edilmeden ya da zulmedilme korkusu olmadan kişinin doğru olduğuna inandığı şeyi söyleyebilme hakkıdır.” diye yazmıştı. Bundan yola çıkarak söylebiliriz ki Orwell kitabında kendi düşüncelerini dikte ettirmek amacında değildi. Bir insan olarak bulunduğu toplumu ve dünyadaki gelişmeleri gözlemlemişti. Gördüğü yanlışları, endişelerini, doğrularını kullanarak ise bu distopyayı kurdu. Bizi gerçekleşmesini öngördüğü hayata karşı ikaz etmek istedi. Ve bunu kurabileceği en karanlık dünyayı kurarak yaptı. Kurduğu dünya son derece iç karartıcı olmasaydı ve umutsuz bir şekilde sonlanmasaydı vermek istediği mesaj belki de bu kadar çarpıcı bir şekilde öne çıkmayacaktı.

(1). Crick, 1980; 395.

Share: